Kitle iletişim araçlarında ve basın/yayın organlarında hemen her gün yeryüzünün çeşitli yerlerinden savaş haberleri, adam öldürme, ırz ve namusa tecavüz, hırsızlık, soygun, çocuk kaçırma, bombalamalar, işkence ve katliamları, soykırım/ etnik temizliği, din ve vicdan özgürlüğü üzerindeki baskıları içeren korkunç insan hakları ihlallerine dair haberler yer almaktadır. Bütün bunlar, insan haklarını savunan ulusal ve uluslararası örgütlerin her geçen gün güçlendiği “çağdaş ve medeni” dünyanın gözleri önünde cereyan etmektedir. Devlet adamları, siyaset bilimciler, sosyologlar, ilahiyatçılar, din mensupları, sivil kitle örgütleri, artarak devam eden terör ve şiddetin kaynağı, bunu işleyenlerin psikolojileri ve çözüm yolları üzerinde uzun uzun düşünmekte, araştırmalar yapmakta, raporlar hazırlamakta, konferanslar, uluslararası sempozyumlar ve diyalog toplantıları tertiplemekte, pek çok makale ve kitaplar yayınlamaktadırlar.
Günümüzdeki terör ve şiddet olaylarının, soykırım ve etnik temizliğin kaynaklarından birisinin de dinî ya da din adına yapılan şiddet olduğu sık sık vurgulanmaktadır. Ancak Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm gibi din mensuplarının gerçekleştirdikleri şiddet ve insan hakları ihlalleri görmezlikten gelinerek dini şiddetin asıl faturasını İslam’a ve onun inanırlarına çıkarılmaya çalışıldığı gözden kaçmamaktadır.
Belki böyle bir kanaatin oluşmasında başta İran, Afganistan, Cezayir, Tacikistan ve son olarak ABD’ndeki terörist saldırı etkili olmuştur. Fakat bunların arkasında yatan tarihi, siyasi, sosyolojik, psikolojik, etnik ve diğer bütün sebepleri bir kenara bırakarak olayları sadece dini boyuta indirgemenin yanlış olduğu kanaatindeyiz. Bu sebeple din olarak İslam’ın bir barış, özgürlük ve merhamet dini olduğunu onun peygamberinin de bu insani ve evrensel değerleri yerleştirmek, yüceltmek ve kurumlaştırmak için gönderilen bir insan olduğunu, bütün yönleriyle olmasa da genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağız.
1. İslam’ın barış dini olması
Sözlükte, barış, huzur, teslimiyet, esenlik, mutluluk, inkıyad ve gönülden benimseme anlamına gelen İslam, bir din olarak şu şekilde tanımlanmaktadır: “Akıl sahiplerini, kendi iradeleriyle doğruya ulaştıran ve onlara dünyada mutluluğu, ahirette de ebedi saadeti temin eden ilahi bir kurumdur.” Bu tanım tahlil edildiğinde, yer alan temel unsurlar şunlardır: a) Akıl sahiplerine gönderilmesi, b) Doğruluğu kesin olan şeyleri ihtiva etmesi, c) Hür ve özgür iradeyle seçilmesi, d) Zor ve şiddet altında değil de gönülden benimsenmesi, e) İnsanları dünyada barış ve mutluluğa ulaştırması, f )Ahirette ebedi saadete kavuşturması, g)İlahi kaynaklı olması.
Bu temel unsurlardan oluşan bir dini kabul eden, onun ilahına inanan ve peygamberini doğrulayan kimsenin adı mümin ve Müslüman olmaktadır. Böyle bir insan, inancını gerçekleştirirken ve İslam’a girerken önce kendisiyle, yani aklı ve gönlüyle, daha sonra Allah’la ve onun yaratıklarıyla barışık olmalıdır. Demek ki Müslüman olabilmek için, önce kendisi huzura kavuşmalı, kendini emniyette hissetmeli, sonra da bütün insanlara güven telkin eden, onlara eliyle ve diliyle zarar vermeyen bir kimse olmalıdır. Zaten bunları gerçekleştiren kimse mümin vasfını kazanmaktadır. Kelimei Şehadet ve Kelimei Tevhit, bir başlangıçtır.
Çünkü bununla insan, gerçek insan olacağına, aklına ve gönlünün sesine kulak vereceğine, fıtratına yabancılaşmayacağına, Allah’tan başkalarına, ölülere ve dirilere, cansız maddelere kulluk yapmayacağına, onlara kulluğu terk ederek hakkı ve hakkaniyeti gerçekleştirmek için çalışacağına söz vermektedir. Bunu gerçekleştiren bir insanın, yaratıcısıyla ve hem cinsleriyle ilişkilerinin temelinde sevgi, sulh, emniyet ve inandırıcılık vardır. Bu sebeple sevgi ve iyiliğin kaynağı olan Allah, Güvenilir Melek’le (Cibrîli Emîn) Güvenilir Peygamber’e (Muhammed elEmîn) ilahi vahyini göndererek insanları selim fıtratlarına (Fıtratı Selîme), selim kalplerine (Kalbi Selîm ) ve selim akıllarına (Aklı Selîm) dönmeye ve onlara boyun eğmeye çağırmıştır. İnsanlar bunlara boyun eğdiği zaman Müslüman ve mümin olmakta ve fıtrat dini olan İslam’ı kabul etmektedirler.
Bundan dolayı bu dine inananlar, birbirleriyle karşılaştıklarında “Allah’ın barış ve esenliği üzerinize olsun” (Selâmün Aleyküm) diyerek söze başlarlar. Görüldüğü gibi, bu terkiplerin tamamında sağlam, duru, açık ve seçik anlamlarına gelen ve İslam’la aynı kökten türetilen “selîm” veya güven manasına gelen “emîn” kelimeleri kullanılmıştır. Bunun anlamı şu demektir: Din olarak İslam barış dinidir, onun ilahı sevgi ve iyiliğin kaynağı olan Allah’tır, vahyi getiren güvenilir bir melektir, peygamberi güvenilir bir insan olan Hz. Muhammed’dir. İnanırları sağduyu sahibi Müslümandır, onun doğrulayıcısı selim akıldır, onu gönülden benimseyen selim kalptir, inanma eylemini gerçekleştiren ise Allah’ın gönderdiği dini kabule müsait selim fıtratını kuvveden fiile geçiren mümin insandır.
Bunlar olsa olsa barış dini İslam’ın tanrısının sıfatları olabilir. Ancak böyle birisi, dininin adını barış koyabilir ve ilahi kitabının içerisindeki surelerden bazılarına rahmân, tevbe, ğâfir adını verebilir. Onun insanlara ve yaratıklarına olan merhameti gazabından geniştir. O, zalimleri, bozguncuları, yalancıları, fesatçıları sevmez ve kimseye zerre kadar haksızlık ve zulüm yapmaz. İnsanlara, hakkı, adaleti, barışı, aşırıya gitmemeyi ve merhameti tavsiye eder. En güzel bir şekilde yarattığı ve kendisine halife kıldığı tek bir insanı, haksız olarak öldüreni bütün insanlığı öldürmüş gibi, tek bir insanın hayatta kalmasına vesile olanı da bütün insanlığı kurtarmış gibi kabul eder.
Kur’an baştan sona ciddi bir şekilde okunduğunda, Allah’ın insanlık tarihine müdahalesinin asıl sebebinin bu ilahi ve insani değerlerin yer yüzünde hakim kılınması ve insanların barış ve huzur içinde yaşatılması olduğu hemen anlaşılmaktadır. O, her çeşit haksızlık ve kötülüğün karşısında, iyilik ve güzelliklerin yanındadır. Bu sebeple, inananlardan Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaları istenmektedir. Ayrıca yaratıklardan, sevgi ve iyilik kaynağı olan Allah’ı her şeyden çok sevmeleri istenmekte ve bu imanın bir hasleti olarak görülmektedir. Onu seven birisi, evrendeki yaratılmışları da, Allah’ın yaratıkları olduğu için sevecektir. Bu inananların insanlara, diğer canlılara ve tabiata karşı bakış açılarının, başka bir ifadeyle dünya görüşlerinin temelini oluşturmaktadır.
Kur’an’da barış ve özgürlüğün teminat altına alınması Kur’anı Kerim’in hiç bir yerinde şiddet hareketinin meşru gösterildiğini veya teşvik edildiğini görmeyiz. Bütün mesele hasmın ve düşmanın durumuna uygun bir şekilde karşı koyarak adaleti, din ve ibadet hürriyetini yeniden tesis etmektir. Hatta Müslümanlarla aralarında herhangi bir anlaşma bulunmayan müşriklerden himaye isteyenlere bile Kur’anı Kerim bu himayenin dürüst bir şekilde verilmesini Hz. Peygamber’e emretmiştir. Hiç bir Müslüman, öldürmekten zevk aldığı için savaşamaz.
Savaşlarda sadece kendileri ile savaşanların öldürülmesine izin verilmiştir. İlk Müslümanlar, Allah’ın “sizinle savaşanlarla savaşın” emrine uyarak kadınlar, çocuklar, yaşlılar, körler, sakatlar, deliler, tarlalarında çalışan köylüler ve ibadet yerinde bulunan keşişleri her türlü düşmanca hareketlerden muaf tutmuşlardır.
Savaştan çekilen düşmanın affedilmesini emreden Kur’an emrini tavizsiz bir şekilde uygulayan Hz. Peygamber, kaçmakta olan düşmanın takip edilmesini bile yasaklayacak kadar işi ileri götürmüştür. Eğer İslam’ın amacı başka dinlere hürriyet tanımamak, çevreyi tahrip etmek, önüne geleni öldürmek olsaydı, yukarda sayılanları da hedef seçmesi gerekmez miydi? Oysaki insanlar bu dine yumuşak ve ikna edici bir şekilde davet edilmişlerdir.5 Davet edilen uyup uymamakta serbest bırakılmıştır. Ancak onun da inananlara inançlarını diledikleri gibi yaşamak, yüceltmek ve ona layık olduğu değeri vermek hususunda aynı hürriyeti tanıması şarttır.
Müslüman olmayı ve İslami değerlere uymayı kabul etmeyenlere gelince İslam bu gibilerinden kendisine zarar vermeyecek bir tutum içinde olmalarını istemiş ve onlara bunun karşılığında iyilik esasına dayanan çok iyi bir muameleyi7 taahhüt etmiştir.8 Bütün bunlar inançsızların hayat hakkının ellerinden alınmadığını, görüldükleri yerde öldürülmeleri emrinin sadece savaş halinde geçerli olduğunu ve savaşın meşru gösterilmesinin asıl sebebinin din ve vicdan hürriyetinin korunması, başkalarının tahakkümünden kurtarılması olduğunu göstermektedir.
Kur’anı Kerim’de, barışa, din ve vicdan özgürlüğüne, fikir özgürlüğüne büyük önem verilmiş ve bunları teminat altına alacak temel ilkeler önerilmiştir. Bu konudaki ayetler, iniş gerekçeleri dikkate alınarak incelendiğinde, korunması gereken temel ilkenin barış olduğu, savaşın ise insan temel hak ve hürriyetlerinin tehlikeye düştüğü zorunlu ve kaçınılmaz durumlarda veya savunmak amacıyla yapılması gerektiği görülecektir.
Allah, akıl almaz suçların işlenmesine sebep olan savaşa son çare olarak başvurulmasını emretmiş ve Hz. Peygamber’in hayatında cereyan eden savaşlar da bu şartlarda gerçekleştirilmiştir. Hz. peygamber hayattayken, Müslümanlar bu ilkelere göre hareket etmişler ve İslam’ın 23 yıllık tarihinde bunların dışına çıkılmamaya çalışılmıştır.
Hz. Peygamber, Allah’tan aldığı mesajı, Mekke’de tek başına insanlara öğretmek ve anlatmakla işe başlamıştır. Fakat daha ilk günden itibaren Kureyşlilerin tepkisiyle karşılaşmıştı. Kur’an’ın Allah kelamı olması, Hz. Muhammed’in ise toplumda güvenilir biri olması ve getirdiği ilkelerin evrensel nitelikli özelliği, İslam’ın çok kısa bir sürede yayılmasını sağladı. Kur’an farklı görüşlere ve dini anlayışlara karşı “ sizin dininiz size, benim dinim bana “ ilkesi çerçevesinde bakılmasını önerirken, başta peygamber olmak üzere, bütün Müslümanlara en acı eziyet ve işkenceler yapıyorlar, onlara ekonomik ambargo uyguluyorlar, Kur’an okumalarına, serbestçe ibadet etmelerine, kısaca, onların din ve vicdan hürriyetine, ibadet etme haklarına engel oluyorlardı.
Allah, peygamberine ve Müslümanlara başlangıçta sabretmelerini23, fakat can, mal ve din hürriyeti gibi tabii hakları tehlikeye düşünce, başka yerlere hicret etmelerini emretti. Bu insanlar dinlerinin gereklerini yapabilmek için, mallarını, mülklerini, çocuklarını geride bırakarak, öz vatanlarını terk etmek zorunda bırakıldılar.24 Önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret ettiler. Hatta Hz. Peygamber, bir suikasttan son anda kurtuldu. Bütün bu baskı ve eziyetlere rağmen, İslam’a inananların sayısı çığ gibi büyümekteydi.
Hz. Peygamber ve ona inananlar Medine’de biraz rahat nefes aldılar ve dini özgürlüklerine kavuştularsa da ekonomik bazı sıkıntılar içindeydiler. Çünkü onlar bütün mallarını Mekke’de bırakmış ve Mekke müşrikleri de onların bu mallarına el koymuşlardı. Buna rağmen onlar Müslümanları Medine’de de rahat bırakmayacak çeşitli planlar peşindeydiler. Medine’de bulunan Yahudilerle gizli görüşmeler yaparak İslam’ın yayılmasını önlemeye çalışıyorlardı.
Hz. Muhammed, buradaki Yahudilerle, hemen bir anlaşma yaparak böyle bir tehlikeyi önledi. Bu anlaşmayla Medine’de yaşayan halk tek bir ümmet kabul edilerek birbirine yardımla sorumlu tutuldu. Diğer taraftan, bu anlaşmayla Yahudilerin tam bir din hürriyetine sahip oldukları ve dinlerine asla müdahale olunamayacağı, Müslümanlarla Yahudilerin dost ve müttefik oldukları gibi esaslar da benimsendi. Böylece İslam’ın diğer dinlere karşı tanıdığı serbestlik bizzat anlaşmayla da tescil edilmiş oldu. Bu İslam’ın diğer dinlere yaşama hakkı tanımadığı, onları din kabul etmediği şeklindeki iddiaların saçmalığını açıkça ortaya koymaktadır. Müslümanlar, hicret etmekle Mekke müşriklerinin takibinden kurtulmuş değillerdi. Mekkeli müşrikler Yahudilerden başka diğer bazı kimselerle özellikle, münafıklarla gizli görüşmeler yapıyorlardı.
Onlar Medine’de hükümdar ilan edilmek üzere iken, Hz. Peygamber’in gelmesiyle bu mevkiye geçemeyen Abdullah b. Übey’e şöyle bir mektup yazmışlardı: “Siz bizimkileri barındırdınız. And olsun ki ya siz onu ( Muhammed’i) öldürür ve yurdunuzdan çıkarırsınız, yahut biz top yekün size karşı yürür, sizin bütün savaşçılarınızı öldürür, kadınlarınızın namusunu kirletiriz." Müslümanların bütün bunlara karşı tedbir almaları gerekiyordu. Çünkü müşriklerin Medine’ye saldırması bir an meselesi idi. Bu sebeple Hz. Peygamber, ilk gece uyumamış daha sonraki gece güçlü koruyucular gözetiminde uyuyabilmiştir. Müslümanlar onların bu baskılarına son vermek ve Mekke’de kalan din kardeşlerinin haklarını koruyabilmek ve işi anlaşmayla çözebilmek için şu iki önlemi aldılar.
1 Mekke civarındaki kabilelerle anlaşma yaparak onları Kureyş’e alet olmaktan kurtarmak,
2 Kureyş’in Suriye’ye giden ticaret yolunu kapamak suretiyle kan dökmeden iktisadi yolla anlaşmazlığı önlemek.
Allah, başlangıçta hicreti çözüm yolu olarak önermekle, daha sonra ise, “... Tecavüz etmeyiniz, Allah tecavüz edenleri sevmez.”27 ayetiyle onlara nefsi müdafaada kalmalarını emretmekle onları savaştan uzak tutmuştur. Müşriklerin, Medine’ye saldırı ihtimalinin yanı sıra , gerginliği artıran bir başka sebep daha ortaya çıkmıştı. Peygamberin ayrılmasından sonra da Mekke’de Müslüman olanlar vardı.
İşte Kur’an imanlarından dolayı eziyet gören, müşriklerin acımasız işkence ve zulmüne karşı Allah’ın yardımını dileyen Mekke’deki himayesiz erkek, kadın ve çocuk Müslümanların acı çığlıklarını bize duyurmaktadır.28 Bütün bunlara rağmen Müslümanların harbi çirkin görmeleri29 , ölümden korkmaları30 , silah ve güç yetersizliği31 savaşı onların gözünde anlamsızlaştırıyordu. Bu durumda düşmanla çarpışmaktansa kervanı ele geçirmeyi32 veya Mekke’deki Müslüman kardeşlerine iyi davranmalarını sağlayacak bir kaç misillemede bulunma konusu tartışılmaya başlanmıştı.
İşte ilk savaş bu şartlar içinde patlak vermişti. Mekke’deyken yapılan işkencelere sabretmeleri emredilmişken33 müşriklerin hücumları genelleşerek harp haline dönüşünce34 , on seneyi aşkın bir sabır döneminden sonra, nihayet Müslümanlara savaş izni verilmiş35 , daha sonra da toplu bir şekilde kendilerini savunmaları ve özellikle himayesiz bulunan müminlerin yardımına koşmaları için36 savaş üzerlerine farz kılınmıştı.37 Meseleye objektif olarak bakıldığında Müslümanların bu savunucu ve gayet fedakar tutumlarını kınamak mümkün değildir.38 Aslında Hz. Peygamber, meseleleri barış ve iyilikle çözmeyi tercih ediyordu.
Nitekim Hicretin 6. yılında Mekke’yi ziyaret için giden Müslümanlar, müşrikler tarafından engellenmişti. Müşrikler, onların bu yıl ziyaret edemeyecekleri ve gelecek yıl silahsız ziyaret edebilecekleri şeklinde öne sürdükleri şartlarla antlaşma yapmak istediler ve Hz. Peygamber meseleyi barışçı yoldan çözmek istediği için bunu kabul etti. Hudeybiye Antlaşması gereği geri döndüler.
Müslümanların, gerek dinlerini kabul ettirmek ve gerekse onu kabul etmeyenleri yok etmek için silah kullanma hakkına sahip oldukları ve Kur’an’a göre böyle davranmaya (cihada) mecbur oldukları şeklindeki iddialar da tamamen tutarsızdır. Çünkü İslam kültüründe ve dilde “cihat” kelimesi, her ne kadar savaş anlamına geliyorsa da Kur’anı Kerim’de asıl anlamı “gayret etmek”tir. Bu anlamda silahlı mücadele ile ilgisi yoktur. Mekkî sûrelerde , irşat ve barışçı yolla ikna etmek için gayret sarf etmek, yahut da ferdi mahiyette manevi bir gayret gösterme anlamlarında kullanıldığını görmekteyiz.39 Kur’anı Kerim’de savaş karşılığı olarak, genelde, kıtâl kelimesi kullanılmıştır.
Hz. Peygamberin hayatta iken tehlikeli olduğu için veya başka sebeplerle bazı kimseleri öldürttüğü şeklindeki iddialar onun niçin gönderildiğinin anlaşılamaması ve günümüzdeki bazı devlet başkanları veya örgüt liderleriyle karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Bu iddialardan birisi de Ka’b b. Eşref ’in öldürülmesiyle ilgilidir, ancak onu bütün yönleriyle ele almak böyle bir makalenin sınırlarını aşmaktadır. Bununla birlikte iddiaları hiç görmezlikten gelmek de doğru değildir.
Hz. Peygamber mizacı itibarıyla savaştan hoşlanmayan bir insandı. Savaş hukukunun cari olduğu bir anda düşmanlarına karşı çok hoşgörülü davrandığı için Allah’ın tenkidine maruz kalmıştı. Acaba kendisine ve yakınlarına karşı işlenmek istenen alçakça cinayetlerin faillerini affederken, Ka’b b. Eşref ’i niçin öldürülmüştür? Fikirleri dolayısıyla mı yoksa başka gerekçeler mi var?
Medine’de yaşayan Beni Nadîr Yahudilerinden olan Ka’b b. Eşref Bedir’de Mekkeli müşriklerden ileri gelenlerinin öldürüldüğünü duyunca, “Bunlar Arapların uluları ve efendileridir. muhammed bunları öldürdüyse, yerin altı üstünden hayırlıdır.” demiş ve Yahudileri, Müslümanlar aleyhine kışkırtmaya başlamıştı.42 Halbuki daha önce de görüldüğü gibi Yahudilerle antlaşma yapılmıştı. Buna göre Mekkeli müşriklere karşı birlik olunacaktı. Ka’b b. Eşref bu hareketiyle antlaşmayı çiğnemiş oluyor ve savaş hukukunun geçerli olduğu halde düşman tarafına casusluk yapıyordu. O, Bedir Savaşı’ndan sonra Mekke’ye giderek Kureyş’i, Müslümanlara karşı kışkırtmak için ölenlerin arkasından mersiyeler okumuştur. Medine’ye döndüğünde ise Müslümanların kızlarına ve kadınlarına şiirler yazarak onların ırz ve namusuyla oynamıştır.
Bu günün basını yerinde olan şiiri İslam’a ve Müslümanlara karşı propaganda aracı olarak kullanmıştı. Bu sebeplere, bir de onun kırk adamı ile birlikte Mekke’ye gittiği ve orada Ebu Süfyan’la ittifak yaparak Müslümanlardan intikam almak hususunda Kureyş’i kışkırttığı43 ve Hz. Peygamber’i öldürmek için bir suikast tertip ettiği eklenince onun niçin öldürüldüğü kolayca anlaşılmış olacaktır. Üstelik onun ifadesi alındıktan sonra öldürülmüştür.45 Muhammed b. Mesleme ve dört arkadaşı Hz. Muhammed aleyhtarı görünerek onun böyle bir hazırlık içinde olduğunu kesin olarak öğrendikten sonra öldürmüşlerdir. Onun şahsi fikirleri veya Yahudi olması dolayısıyla öldürüldüğü iddiaları tamamen asılsızdır. Onun öldürülmesinin asıl sebebi, Bedir Harbi’nden sonra henüz müşriklerle bir antlaşma yapılmamış olduğundan savaş hukukunun devam ettiği bir anda Müslümanların aleyhine çalışması, yeni kurulmuş Medine site devletinin başkanına suikast hazırlığı içinde olması Allah’a ve Resulü’ne eza etmesi46 ve daha önce her iki tarafça kabul edilmiş anlaşma şartlarını ihlal etmesi gibi sebeplerle öldürülmüştür.
Onun öldürülmesi üzerine Yahudiler Hz. Peygamber’e gelip sebebini sormuşlardır. O da bu zikredilen sebepleri anlatınca onlar ikna olmuş ve dönüp gitmişlerdi. Bu olay, kaynaklarda bir savaş suçlusu olan “Ka’b b. Eşref ’in öldürülmesi seriyyesi” adıyla anılmıştır. Hz. Peygamber, bu hadisenin dışındaki cinayetlerin faillerini affetmesi, onun nicelerini tuzak kurarak gizlice öldürttüğü tezini çürütmektedir. Mesela Bedir Savaşı’ndan sonra kendisini öldürmeye gelen Kureyş elçisini, Hayber’de kendisini zehirlemek isteyen Yahudi kadınını ve büyük kızı Zeyneb’i hicreti esnasında hamile olmasına rağmen şiddetli bir şekilde iterek çocuğunu düşürmesine sebep olan bir başkasını hep affetmiştir. Hatta masum zevcesine iftirada bulunanları49, yıllarca düşmanca tavırlar sergileyen Mekke liderlerini, Mekke’nin fethi sırasında affettiği bilinmektedir.
Hz. Muhammed’in diğer din mensuplarına ne kadar saygılı davrandığına pek çok kaynak tanıklık etmektedir. O, insani ilişkilerde bir Müslümanla bir Hristiyan ya da Yahudi arasında asla fark gözetmemiştir. Bu konuda bazı örnekler vermek yerinde olacaktır. Mesela, bir gün bir grup sahabeyle otururken, bir cenazenin götürüldüğünü görünce ayağa kalktı. Bunun üzerine yanındakiler, “ Ey Allah’ın Resulü bu bir Yahudi cenazesidir” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bütün insanlara örnek olacak şu tarihi sözü söyledi: “O insan değil mi?”
O sadece Yahudilere değil aynı saygıyı diğer din mensuplarına da göstermiştir. Onun Hristiyanlara karşı muamelesiyle ilgili olarak bir olayı zikretmeden geçemeyeceğiz. Yemen’de yaşayan Necran Hristiyanlarından bir heyet Hz. Peygamber’le görüşmek için gelmişti. O, bu Hristiyan heyeti mescitte karşıladı ve onların orada ibadet etmelerine izin verdi. Bunun üzerine, doğuya yönelerek ibadet ettiler.51 Bu iki olay Hz. Peygamber’in insanları dinleri veya inançlarından dolayı hakir görmediğini ve inanç özgürlüğüne çok büyük önem verdiğini açıkca ortaya koymaktadır. Böyle bir insan, kendi dinine inanmadı diye ya da başka bir dine inanıyor diye bir başkasını veya bir kabileyi topluca nasıl öldürebilir?
“Savaş taktiktir, stratejidir.” şeklindeki anlamlı bir gerçeği ifade eden Hz. Peygamber’i bu sözünden dolayı, onun savaş dehasının takdir edilmesi gerekirken, onu hileci, ilan etmek de akıllı bir insanın yapacağı bir şey değildir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de savaş hünerini ve taktiğini bilmeyen bir ordu yenilmeye mahkumdur. Aslında savaşta uygulanacak taktikler, daha az insanın ölümüne sebebiyet vermek ve bir an önce savaşı bitirmek durumuna yöneliktir.
Böyle bir ilkeyi koymakla İslam’ın maksadı, daha çok kan dökmek değil daha az kan dökmektir. Bunun savaş hali dışındaki hile ve aldatma ile alakası yoktur. Kaldı ki Hz. Peygamber hayatında kimseyi aldatmadığı, kimseye tuzak kurmadığı gibi bütün Müslümanları da bu gibi çirkin hareketlerden sakındırmıştır. Bundan dolayı müşrikler ve inananlar tarafından kendisine güvenilir Muhammed (Muhammed elEmîn) lakabı verildi ve bu vasfından dolayı inanan inanmayan kimseler, değerli eşyaları ona emanet ediyorlardı.
Hz. Peygamberin 23 yıllık peygamberlik döneminde yap tığı savaşlar, bu savaşlarda her iki taraftan öldürülenlerin sayısı ve esir alınanlara yapılan muamele tarihi kaynaklardan incelendiğinde, onun barış ve merhamet peygamberi olduğu herkes tarafından kabul edilecektir. Kureyza olayı hariç bırakılacak olursa Hz. Peygamber’in emir ve komutasında toplam 27 gazve yapılmış ve bunlardan sadece dokuzunda çarpışma meydana gelmiştir.
Küçük çaplı, toplam 3560 civarında seriyyeler düzenlenmiştir. Çarpışma meydana gelen gazve ve savaşlarda onun harcadığı zaman, yollar dahil, peygamberlik döneminin yaklaşık %2’sini oluşturmaktadır. Bu savaşlarda, yaklaşık olarak kafirlerden toplam 216 kişi ölmüş; Müslümanlardan 138 kişi şehit düşmüştür.
Hz. Muhammed’in emir ve komutasında yapılan savaşlar, dünya tarihinde en az kayıp verilen ve tarihin gidişatını olumlu yönde etkileyen savaşlardır. O, hiçbir zaman mesajını zor kullanarak, silahla yaymak iddiasında olmamıştır. Çünkü O, insanları doğru yola en güzel bir şekilde ve hikmetle çağırmakla görevlendirilmiş, bunun için kılıç ve savaşa başvurması istenmemişti. Ama tarihi gerçeklerden habersiz bazı kimseler, maalesef onu hâlâ iktidar, hırs ve intikam peşinde koşan elinde kılıcı önüne çıkanı öldüren birisi olarak takdim etmeye devam etmektedir.
Hz. Muhammed, savaş sırasında esir alınanlara karşı son derece iyi davranarak onlara insanca muamele edilmesi için mücadele vermiştir. Halbuki bu dönemde Sasani İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Habeşistan Krallığı savaşlarda esir alınan binlerce insanın insanca yaşama özgürlüklerini ellerinden almışlar ve köle ticaretini teşvik etmişlerdir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in diğer savaş esirlerine olduğu gibi Bedir esirlerine de iyi davranılmasını emretmesi üzerine sahabe yiyeceklerini onlarla paylaşmışlar, yaralılar ve yürüyemez durumda halsiz olanları develere bindirerek kendileri yaya yürümüşlerdir. Müslümanlar esir aldıkları insanı köleleştirmek yerine onları kendilerine öğretmen yaparak öğretecekleri ilim karşılığında serbest bırakmayı tercih etmişlerdir.
Bedir Savaşı esirleri, bu şartlarla serbest bırakılmışlardır. Müslüman ve Müslüman olmayan pek çok tarihçi, insanlık tarihinde köleliğin kaldırılması ve insanların özgürleştirilmesi için ilk ve ciddi adımların Hz. Muhammed tarafından atıldığını ve köle azat etmeyi bir ibadet olarak telakki eden dinin İslam dini olduğunu ve de kölelerin devlet kuracak kadar önemli mevkilere sadece İslam medeniyetinde yükseldiklerini itiraf etmektedirler. Hollandalı Dozy bu konuda şunları söylemektedir: “ İslam dini köle azadı konusunda Hristiyanlığa nispetle daha toleranslıydı. Hz. Muhammed, Allah’ın rızasını kazanmak için kölelerin serbest bırakılmalarını tavsiye etmişti. Böylece köle azadı, Müslümanlar arasında bir takva göstergesi haline geldi. Bundan dolayı Araplar arasında kölelik uzun süreli olmadığı gibi, kölelik şartları da ağır değildi.”
Günümüzde dahi bir işçiyle patron aynı masada yemek yiyemez ve aynı elbiseleri giyemezken Hz. Peygamber, kölelerle aynı sofrada yemek yemeyi ve giydiklerinden onlara da giydirmeyi emrediyordu. Hatta evinde köle olarak bulunan kimseler özgür bırakıldıklarında babalarının yanına gitmeği değil peygamberin yanında yaşamayı tercih ediyorlardı. Hz. Muhammed’in bu ıslahatçı ve özgürlükçü kişiliği hem Müslümanlar55 hem de Müslüman olmayanlar tarafından takdir edilmiştir. Bunlardan birisi de meşhur Tolstoy’dur: “Peygamber Hz. Muhammed, büyük bir ıslahatçıdır. İnsanlığa çok büyük hizmette bulunmuştur. Bir ümmeti hak nuruna kavuşturdu. Ona bu şeref olarak yeter. Onları kan dökmeden kurtardı, barışa eriştirdi. Onlara yükselme yollarını açtı. Onun gibi büyük bir zat her türlü sevgiye layıktır.”
Müslümanların tarihinde bu ıslahatçı ve özgürlükçü ruhtan zaman zaman sapmalar olmuşsa da genel olarak onu korumaya çalışanlar daima var olmuştur. Bugün İslam’ın ilk ortaya çıktığı bölgelerde ve buna yakın yerlerde tarihte var olan bütün milletler, dinler ve kültürlerin hala yaşamaya devam etmesi bunun en önemli belgelerinden birisidir. Diğer dinler ve milletler, girdikleri bölgelerde, hâlâ kendi dillerini, kültürlerini ve dinlerini yaymaya çalışmaktadırlar ve sömürmek için sulha başvurmaktadırlar. Bunun için bütün imkanlarını ve güçlerini seferber etmektedirler. Halbuki İslam, adalet ve özgürlüğün temini için güç kullanmayı ilke olarak benimsemiştir. Bu sebeple yapılan cephaneler ve baruthanelerin kitabesine, bunların beldeleri harap etmek için değil, ülkeleri imar etmek (İmâru’lBilâd), insanları huzur ve barış içinde yaşatmak için (Teîihu’nNâs) inşa edildiğini ve ancak bu amaca hizmet için kullanılacağını yazmışlardır.
İslam’ın ve onun peygamberinin barışa ve özgürlüğe önem vermeleri ve insani değerler olarak onları yüceltmeleri sebebiyle, Hz. Peygamber’in kurduğu devletin ve medeniyetin topraklarına Barış Yurdu (Dâru’lİslâm/Selâm) veya Emniyet Yurdu (Dâru’lİmân), onun merkezine ise Medine, yani medeniyet yurdu denilmiştir. Medine veya diğer İslam beldelerini yönetenler de daima huzur ve barışın koruyucuları anlamında Şehr Emini unvanıyla çağrılmıştır. Ayrıca Müslümanların idealindeki bu devlet, kendi filozofları tarafından Medînetu’lFâdıla, Siyâsetu’lMedeniyye veya başka adlarla felsefi romanlarına konu edinmişlerdir.
En korkunç olanı, bazı insanların “Allah tarafından dînî seçilmişlik” psikolojisine kapılarak önlerine geleni öldürmeleri ve bunun adını da “Allah yolunda savaş” koymalarıdır. Bu anlayışla ortaya çıkanların başında Hâricîler gelmektedir. Aşırı derecede dindar olan bu kimseler, kendileri gibi düşünmeyenleri ve günah işleyenleri tekfir ederek birçok masum insanı acımasız bir şekilde öldürmüşlerdir. Onlar, genel olarak bedevi hayattan yerleşik hayata geçmekte sıkıntılar yaşayan kimselerden oluşmaktaydı.
Daha önce kapalı bir toplum hayatı yaşayan bu kimseler, İslam’la birlikte büyük bir sosyal değişmeyle karşı karşıya kaldılar. Medeni hayata intibakta oldukça zorlandılar. Bedevî hayatın verdiği sert tabiatlılık ve sistematik düşünce eksikliği, onları olayları kaba kuvvet ve şiddet yoluyla çözmeye sevk etmiştir.56 Çünkü böyle bir hayatta farklı görüşlere müsamaha yoktu ve karizmatik toplum anlayışı hakimdi. Asabiyet duygusuyla dini seçilmişlik inancı birleştiğinde tüyleri ürperten vahşice katliamların meydana gelmesi kaçınılmazdır.
Bu sebeple Hâricîler, saygın sahabilerden Abdullah b. Habbâb b. Eret’i, hanımını ve karnındaki çocuğu, sırf kendi fikirlerini benimsemedikleri gerekçesiyle feci bir şekilde öldürmüşlerdir.57 Daha sonra onlar bu tür eylemlerini Emevi iktidarına yöneltmişler, ancak şiddet karşı şiddetle neticelenmiştir. Şiddetle beslenen fikirler, gruplar ve devletler, varlıklarını uzun süre devam ettiremediği için, bu anlayış da tarihin derinliklerinde kaybolmak zorunda kalmıştır.
Emevilerle, Haşimiler arasındaki iktidar mücadelesinde de pek çok kimseye baskı ve işkenceler yapılmış, suikastlar düzenlenmiş, yapılan ihtilal ve ayaklanmalarda pek çok insan acımasız bir şekilde öldürülmüştür. Müslümanların tarihinde meydana gelen bu ve bunun dışındaki İslam’ın ruhuna aykırı olaylarla ilgili ciltler dolusu kitaplar kaleme alınmıştır. Bunlardan bazıları, Kitâbu’lMihen, Mekâtilu’tTâlibiyyîn ve Esmâu’lMuğtâlîn adlarıyla meşhurdur.
Hicri I. asrın sonlarında ortaya çıkan ve görüşlerini şiddete başvurarak benimsetmek isteyen gruplardan birisi de Mansuriyye’dir. Aşırı Şiî fikirleri benimseyen bu fırka mensupları, liderlerinden aldıkları emirle mehdinin olmadığı dönemlerde kılıçla savaşmanın yasak olduğu gerekçesiyle kendi fikirlerini benimsemeyen insanları ip veya sicimlerle boğmak ya da kafalarını ezmek suretiyle öldürüyorlardı.
Bunu da gizli cihat olarak telakki ediyorlardı. Bu sebeple, cahil ve bedevî asıllı bu kimselere adam boğucular (Hannâkûn) adı verilmişti.59 İple boğdukları takdirde kendilerinin katil olmadıklarına inanıyorlardı. Bunlarda tıpkı hariciler gibi, medeni hayata intibak etmemiş, İslam’ı doğru anlayabilecek bilgi birikimi ve sistematik düşünceden yoksun olan kimselerdi. Amaçlarına ulaşabilmek için her türlü yolu meşru görüyorlardı.
Bu anlayışın tarihin her döneminde, tezahürleri farklı da olsa, varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Nitekim VI./XIII. asırda aşırı Şii gruplardan Nizari İsmaililere mensup Hasan Sabbah ve adamlarının yaptıkları, öncekilerden hiçbir farkı yoktu ve belki daha da acımasızdı. Kurmuş olduğu fedai teşkilatıyla, pek çok günahsız insanı ve Müslüman alimi acımasızca öldürtmüştür. Bu cinayet şebekesi, Selçukluları uzun yıllar meşgul etmiş ve güçlükle ortadan kaldırılmıştı. Onlar da, “dini seçilmişlik” psikolojisiyle hareket etmekteydiler ve gerçeğin kendisine bağlanmakla elde edilebileceğine inandıkları masum bir imamın iktidara getirilmesi veya iktidarının kabul ettirilmesi adına bu cinayetleri işlemekteydiler.
Günümüzde de, İslam dünyasının çeşitli yerlerinde geçmişte olduğu gibi şiddet yönü ağır basan, İslam’ı siyasi amaçlarına ulaşmakta bir kılıf olarak kullanan, kabile hayatı yaşayan ve medeni hayata intibakta güçlük çeken bazı marjinal gruplar bulunmaktadır. Bunlar, kriz dönemlerinde ortaya çıkan ve dini seçilmişlik psikolojisiyle hareket eden kurtarıcı rolüne bürünmüş kimselerdir. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de, bunlar bütün Müslümanları ve İslam’ı temsil etmemektedirler. Yalnız bu, sadece İslam’ın değil, tüm dinlerin tarihinde yaşanan evrensel bir olgudur. Cehaletin, dini taassubun ve asabiyetin öne çıktığı toplumlarda, tezahürleri daha korkunç olmaktadır. Her ne şekilde ve her ne sebeple yapılırsa yapılsın, şiddet İslam’ın ruhuna aykırıdır ve hiçbir şekilde tasvip edilemez. Çünkü İslam’ın barışçı, özgürlükçü ve merhamet anlayışını ortadan kaldırmaktadır.
İslam, barışı, adaleti ve özgürlüğü esas alan bir dindir. Peygamberinin güvenilirliği, inanan inanmayan herkes tarafından doğrulanmıştır. Bu dine inanan kimseler, elinden ve dilinden hiçbir şekilde zarar gelmeyen Müslüman; kendisiyle barışık ve başkalarına da güven telkin eden mümin olarak bilinirler. Ona inananların yaşadığı yurt, emniyet ve barış ülkesidir. Sözü edilen dinin medeniyeti ise, barış, merhamet ve ilim medeniyetidir. İslam’ın yirmi üç yıllık tarihinde Hz. Peygamber ve Müslümanlar, bu ilkeleri korumaya ve insani değerler olarak kurumlaştırmaya çalışmıştır. Onların bu tavrı, haksızlıklar karşısında, insan haklarının, din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edildiği durumlarda sessiz ve pasif kaldıkları şeklinde yorumlanamaz. Bu durumlarda, daima haksızlığın karşısında olmuşlar, hak ve adaleti hakim kılmak için bir Müslüman ve bir insan olarak ne gerekiyorsa onu yaptıkları tarihi belgelerle sabittir.
Daha sonraki dönemlerde de, bazı aşırı gruplar ortaya çıkmışsa da, Müslümanlar hiçbir zaman topyekun şiddet taraftarı olmamış, fethettikleri yerlerde, insanların dinlerini, dillerini ve kültürlerini zorla değiştirme yoluna gitmemişler ve farklı dinin mensupları olduğu için asla Hristiyan veya Yahudi soykırımı yapmamışlardır. Bugün bütün dinlerde olduğu gibi, Müslümanlar arasında da şiddet taraftarları vardır. Ancak bu olgunun sosyal, psikolojik, ekonomik, siyasi sebepleri iyice tahlil edildiğinde, Müslümanlar arasındaki bu şiddetin kaynağının Kur’an ve İslam olmadığı, ancak yapılanları meşrulaştırmakta onları kılıf olarak kullanıldıkları görülecektir.
Bu sebeple, bazı aşırı grupların yaptıkları şiddet ve terör eylemlerini delil göstererek İslam’la şiddet arasında bağ kurmak ya da bütün Müslümanları şiddet taraftarı göstermek son derece yanlıştır. Artık Müslümanların da, bilgi çağında yaşadıklarını, en etkili gücün bilgi olduğunu, kahramanların savaş meydanlarından değil, bilim kurumlarından, laboratuvarlardan ve diplomasi kulislerinden çıktığını anlamalı ve bu sahalarda kahramanlar çıkarmak için bütün güçlerini seferber etmelidirler. XXI. yüzyılın insanı, barış, özgürlük, adalet ve merhameti esas alan şeffaf bir dünya görüşüne daha fazla muhtaçtır. Bu ihtiyacı karşılayabilecek potansiyele sahip dinlerden en şanslısı İslam’dır.
Günümüzdeki terör ve şiddet olaylarının, soykırım ve etnik temizliğin kaynaklarından birisinin de dinî ya da din adına yapılan şiddet olduğu sık sık vurgulanmaktadır. Ancak Hristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm gibi din mensuplarının gerçekleştirdikleri şiddet ve insan hakları ihlalleri görmezlikten gelinerek dini şiddetin asıl faturasını İslam’a ve onun inanırlarına çıkarılmaya çalışıldığı gözden kaçmamaktadır.
Belki böyle bir kanaatin oluşmasında başta İran, Afganistan, Cezayir, Tacikistan ve son olarak ABD’ndeki terörist saldırı etkili olmuştur. Fakat bunların arkasında yatan tarihi, siyasi, sosyolojik, psikolojik, etnik ve diğer bütün sebepleri bir kenara bırakarak olayları sadece dini boyuta indirgemenin yanlış olduğu kanaatindeyiz. Bu sebeple din olarak İslam’ın bir barış, özgürlük ve merhamet dini olduğunu onun peygamberinin de bu insani ve evrensel değerleri yerleştirmek, yüceltmek ve kurumlaştırmak için gönderilen bir insan olduğunu, bütün yönleriyle olmasa da genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağız.
1. İslam’ın barış dini olması
Sözlükte, barış, huzur, teslimiyet, esenlik, mutluluk, inkıyad ve gönülden benimseme anlamına gelen İslam, bir din olarak şu şekilde tanımlanmaktadır: “Akıl sahiplerini, kendi iradeleriyle doğruya ulaştıran ve onlara dünyada mutluluğu, ahirette de ebedi saadeti temin eden ilahi bir kurumdur.” Bu tanım tahlil edildiğinde, yer alan temel unsurlar şunlardır: a) Akıl sahiplerine gönderilmesi, b) Doğruluğu kesin olan şeyleri ihtiva etmesi, c) Hür ve özgür iradeyle seçilmesi, d) Zor ve şiddet altında değil de gönülden benimsenmesi, e) İnsanları dünyada barış ve mutluluğa ulaştırması, f )Ahirette ebedi saadete kavuşturması, g)İlahi kaynaklı olması.
Bu temel unsurlardan oluşan bir dini kabul eden, onun ilahına inanan ve peygamberini doğrulayan kimsenin adı mümin ve Müslüman olmaktadır. Böyle bir insan, inancını gerçekleştirirken ve İslam’a girerken önce kendisiyle, yani aklı ve gönlüyle, daha sonra Allah’la ve onun yaratıklarıyla barışık olmalıdır. Demek ki Müslüman olabilmek için, önce kendisi huzura kavuşmalı, kendini emniyette hissetmeli, sonra da bütün insanlara güven telkin eden, onlara eliyle ve diliyle zarar vermeyen bir kimse olmalıdır. Zaten bunları gerçekleştiren kimse mümin vasfını kazanmaktadır. Kelimei Şehadet ve Kelimei Tevhit, bir başlangıçtır.
Çünkü bununla insan, gerçek insan olacağına, aklına ve gönlünün sesine kulak vereceğine, fıtratına yabancılaşmayacağına, Allah’tan başkalarına, ölülere ve dirilere, cansız maddelere kulluk yapmayacağına, onlara kulluğu terk ederek hakkı ve hakkaniyeti gerçekleştirmek için çalışacağına söz vermektedir. Bunu gerçekleştiren bir insanın, yaratıcısıyla ve hem cinsleriyle ilişkilerinin temelinde sevgi, sulh, emniyet ve inandırıcılık vardır. Bu sebeple sevgi ve iyiliğin kaynağı olan Allah, Güvenilir Melek’le (Cibrîli Emîn) Güvenilir Peygamber’e (Muhammed elEmîn) ilahi vahyini göndererek insanları selim fıtratlarına (Fıtratı Selîme), selim kalplerine (Kalbi Selîm ) ve selim akıllarına (Aklı Selîm) dönmeye ve onlara boyun eğmeye çağırmıştır. İnsanlar bunlara boyun eğdiği zaman Müslüman ve mümin olmakta ve fıtrat dini olan İslam’ı kabul etmektedirler.
Bundan dolayı bu dine inananlar, birbirleriyle karşılaştıklarında “Allah’ın barış ve esenliği üzerinize olsun” (Selâmün Aleyküm) diyerek söze başlarlar. Görüldüğü gibi, bu terkiplerin tamamında sağlam, duru, açık ve seçik anlamlarına gelen ve İslam’la aynı kökten türetilen “selîm” veya güven manasına gelen “emîn” kelimeleri kullanılmıştır. Bunun anlamı şu demektir: Din olarak İslam barış dinidir, onun ilahı sevgi ve iyiliğin kaynağı olan Allah’tır, vahyi getiren güvenilir bir melektir, peygamberi güvenilir bir insan olan Hz. Muhammed’dir. İnanırları sağduyu sahibi Müslümandır, onun doğrulayıcısı selim akıldır, onu gönülden benimseyen selim kalptir, inanma eylemini gerçekleştiren ise Allah’ın gönderdiği dini kabule müsait selim fıtratını kuvveden fiile geçiren mümin insandır.
İslam’ın Tanrı’sının sevgi ve iyiliğin kaynağı olması
Barış ve özgürlük dini olan İslam’ın tanrısı da, yani Allah da, sözlükte, sevgi, iyilik ve hayrın kaynağı anlamlarına gelmektedir. Bu yüce varlığın kendisine has cemal ve celal sıfatları vardır. Onun seven, bağışlayan, affeden ve merhamet eden bir varlık olduğunu gösteren bu isim ve sıfatları arasında acıyan (rahmân), bağışlayan (rahîm), barış (selâm), kurtaran/ emin kılan (mümin), hataları ve günahları affeden (gaffâr), adalet sahibi (adil), insanlara lütufta bulunun (latîf), çok affedici (gafûr), yaratıklarını seven (vedûd), iyilik yapanlara dost (velî), çokça iyilikte bulunan (berr), hata ve günahları affeden (tevvâb), affedici (afüvv), şefkati çok (raûf), intikamcıları ve zorbaları cezalandıran (zuntikâm ve kahhâr) bulunmaktadır.Bunlar olsa olsa barış dini İslam’ın tanrısının sıfatları olabilir. Ancak böyle birisi, dininin adını barış koyabilir ve ilahi kitabının içerisindeki surelerden bazılarına rahmân, tevbe, ğâfir adını verebilir. Onun insanlara ve yaratıklarına olan merhameti gazabından geniştir. O, zalimleri, bozguncuları, yalancıları, fesatçıları sevmez ve kimseye zerre kadar haksızlık ve zulüm yapmaz. İnsanlara, hakkı, adaleti, barışı, aşırıya gitmemeyi ve merhameti tavsiye eder. En güzel bir şekilde yarattığı ve kendisine halife kıldığı tek bir insanı, haksız olarak öldüreni bütün insanlığı öldürmüş gibi, tek bir insanın hayatta kalmasına vesile olanı da bütün insanlığı kurtarmış gibi kabul eder.
Kur’an baştan sona ciddi bir şekilde okunduğunda, Allah’ın insanlık tarihine müdahalesinin asıl sebebinin bu ilahi ve insani değerlerin yer yüzünde hakim kılınması ve insanların barış ve huzur içinde yaşatılması olduğu hemen anlaşılmaktadır. O, her çeşit haksızlık ve kötülüğün karşısında, iyilik ve güzelliklerin yanındadır. Bu sebeple, inananlardan Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaları istenmektedir. Ayrıca yaratıklardan, sevgi ve iyilik kaynağı olan Allah’ı her şeyden çok sevmeleri istenmekte ve bu imanın bir hasleti olarak görülmektedir. Onu seven birisi, evrendeki yaratılmışları da, Allah’ın yaratıkları olduğu için sevecektir. Bu inananların insanlara, diğer canlılara ve tabiata karşı bakış açılarının, başka bir ifadeyle dünya görüşlerinin temelini oluşturmaktadır.
Kur’an’da barış ve özgürlüğün teminat altına alınması Kur’anı Kerim’in hiç bir yerinde şiddet hareketinin meşru gösterildiğini veya teşvik edildiğini görmeyiz. Bütün mesele hasmın ve düşmanın durumuna uygun bir şekilde karşı koyarak adaleti, din ve ibadet hürriyetini yeniden tesis etmektir. Hatta Müslümanlarla aralarında herhangi bir anlaşma bulunmayan müşriklerden himaye isteyenlere bile Kur’anı Kerim bu himayenin dürüst bir şekilde verilmesini Hz. Peygamber’e emretmiştir. Hiç bir Müslüman, öldürmekten zevk aldığı için savaşamaz.
Savaşlarda sadece kendileri ile savaşanların öldürülmesine izin verilmiştir. İlk Müslümanlar, Allah’ın “sizinle savaşanlarla savaşın” emrine uyarak kadınlar, çocuklar, yaşlılar, körler, sakatlar, deliler, tarlalarında çalışan köylüler ve ibadet yerinde bulunan keşişleri her türlü düşmanca hareketlerden muaf tutmuşlardır.
Savaştan çekilen düşmanın affedilmesini emreden Kur’an emrini tavizsiz bir şekilde uygulayan Hz. Peygamber, kaçmakta olan düşmanın takip edilmesini bile yasaklayacak kadar işi ileri götürmüştür. Eğer İslam’ın amacı başka dinlere hürriyet tanımamak, çevreyi tahrip etmek, önüne geleni öldürmek olsaydı, yukarda sayılanları da hedef seçmesi gerekmez miydi? Oysaki insanlar bu dine yumuşak ve ikna edici bir şekilde davet edilmişlerdir.5 Davet edilen uyup uymamakta serbest bırakılmıştır. Ancak onun da inananlara inançlarını diledikleri gibi yaşamak, yüceltmek ve ona layık olduğu değeri vermek hususunda aynı hürriyeti tanıması şarttır.
Müslüman olmayı ve İslami değerlere uymayı kabul etmeyenlere gelince İslam bu gibilerinden kendisine zarar vermeyecek bir tutum içinde olmalarını istemiş ve onlara bunun karşılığında iyilik esasına dayanan çok iyi bir muameleyi7 taahhüt etmiştir.8 Bütün bunlar inançsızların hayat hakkının ellerinden alınmadığını, görüldükleri yerde öldürülmeleri emrinin sadece savaş halinde geçerli olduğunu ve savaşın meşru gösterilmesinin asıl sebebinin din ve vicdan hürriyetinin korunması, başkalarının tahakkümünden kurtarılması olduğunu göstermektedir.
Kur’anı Kerim’de, barışa, din ve vicdan özgürlüğüne, fikir özgürlüğüne büyük önem verilmiş ve bunları teminat altına alacak temel ilkeler önerilmiştir. Bu konudaki ayetler, iniş gerekçeleri dikkate alınarak incelendiğinde, korunması gereken temel ilkenin barış olduğu, savaşın ise insan temel hak ve hürriyetlerinin tehlikeye düştüğü zorunlu ve kaçınılmaz durumlarda veya savunmak amacıyla yapılması gerektiği görülecektir.
Allah, akıl almaz suçların işlenmesine sebep olan savaşa son çare olarak başvurulmasını emretmiş ve Hz. Peygamber’in hayatında cereyan eden savaşlar da bu şartlarda gerçekleştirilmiştir. Hz. peygamber hayattayken, Müslümanlar bu ilkelere göre hareket etmişler ve İslam’ın 23 yıllık tarihinde bunların dışına çıkılmamaya çalışılmıştır.
Hz. Peygamber ve ilk Müslümanların barışı hakim kılma çabaları
Hz. Muhammed, Allah tarafından uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderilmiş17, şiddet yoluyla İslam’ı insanlara kabul ettiren bir zorba olmadığı18 bildirilmişti. Bunun için daima hikmet ve güzel öğütle bu dine çağırması19 gerekmekteydi. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydı, o zaman etrafında kimse kalmaz20 ve taraftar bulamazdı. Bu sebeple, peygamberini insanlara merhameti ve güzel davranması dolayısıyla, kendine has acıyan ve bağışlayan sıfatıyla tanımladı.Hz. Peygamber, Allah’tan aldığı mesajı, Mekke’de tek başına insanlara öğretmek ve anlatmakla işe başlamıştır. Fakat daha ilk günden itibaren Kureyşlilerin tepkisiyle karşılaşmıştı. Kur’an’ın Allah kelamı olması, Hz. Muhammed’in ise toplumda güvenilir biri olması ve getirdiği ilkelerin evrensel nitelikli özelliği, İslam’ın çok kısa bir sürede yayılmasını sağladı. Kur’an farklı görüşlere ve dini anlayışlara karşı “ sizin dininiz size, benim dinim bana “ ilkesi çerçevesinde bakılmasını önerirken, başta peygamber olmak üzere, bütün Müslümanlara en acı eziyet ve işkenceler yapıyorlar, onlara ekonomik ambargo uyguluyorlar, Kur’an okumalarına, serbestçe ibadet etmelerine, kısaca, onların din ve vicdan hürriyetine, ibadet etme haklarına engel oluyorlardı.
Allah, peygamberine ve Müslümanlara başlangıçta sabretmelerini23, fakat can, mal ve din hürriyeti gibi tabii hakları tehlikeye düşünce, başka yerlere hicret etmelerini emretti. Bu insanlar dinlerinin gereklerini yapabilmek için, mallarını, mülklerini, çocuklarını geride bırakarak, öz vatanlarını terk etmek zorunda bırakıldılar.24 Önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret ettiler. Hatta Hz. Peygamber, bir suikasttan son anda kurtuldu. Bütün bu baskı ve eziyetlere rağmen, İslam’a inananların sayısı çığ gibi büyümekteydi.
Hz. Peygamber ve ona inananlar Medine’de biraz rahat nefes aldılar ve dini özgürlüklerine kavuştularsa da ekonomik bazı sıkıntılar içindeydiler. Çünkü onlar bütün mallarını Mekke’de bırakmış ve Mekke müşrikleri de onların bu mallarına el koymuşlardı. Buna rağmen onlar Müslümanları Medine’de de rahat bırakmayacak çeşitli planlar peşindeydiler. Medine’de bulunan Yahudilerle gizli görüşmeler yaparak İslam’ın yayılmasını önlemeye çalışıyorlardı.
Hz. Muhammed, buradaki Yahudilerle, hemen bir anlaşma yaparak böyle bir tehlikeyi önledi. Bu anlaşmayla Medine’de yaşayan halk tek bir ümmet kabul edilerek birbirine yardımla sorumlu tutuldu. Diğer taraftan, bu anlaşmayla Yahudilerin tam bir din hürriyetine sahip oldukları ve dinlerine asla müdahale olunamayacağı, Müslümanlarla Yahudilerin dost ve müttefik oldukları gibi esaslar da benimsendi. Böylece İslam’ın diğer dinlere karşı tanıdığı serbestlik bizzat anlaşmayla da tescil edilmiş oldu. Bu İslam’ın diğer dinlere yaşama hakkı tanımadığı, onları din kabul etmediği şeklindeki iddiaların saçmalığını açıkça ortaya koymaktadır. Müslümanlar, hicret etmekle Mekke müşriklerinin takibinden kurtulmuş değillerdi. Mekkeli müşrikler Yahudilerden başka diğer bazı kimselerle özellikle, münafıklarla gizli görüşmeler yapıyorlardı.
Onlar Medine’de hükümdar ilan edilmek üzere iken, Hz. Peygamber’in gelmesiyle bu mevkiye geçemeyen Abdullah b. Übey’e şöyle bir mektup yazmışlardı: “Siz bizimkileri barındırdınız. And olsun ki ya siz onu ( Muhammed’i) öldürür ve yurdunuzdan çıkarırsınız, yahut biz top yekün size karşı yürür, sizin bütün savaşçılarınızı öldürür, kadınlarınızın namusunu kirletiriz." Müslümanların bütün bunlara karşı tedbir almaları gerekiyordu. Çünkü müşriklerin Medine’ye saldırması bir an meselesi idi. Bu sebeple Hz. Peygamber, ilk gece uyumamış daha sonraki gece güçlü koruyucular gözetiminde uyuyabilmiştir. Müslümanlar onların bu baskılarına son vermek ve Mekke’de kalan din kardeşlerinin haklarını koruyabilmek ve işi anlaşmayla çözebilmek için şu iki önlemi aldılar.
1 Mekke civarındaki kabilelerle anlaşma yaparak onları Kureyş’e alet olmaktan kurtarmak,
2 Kureyş’in Suriye’ye giden ticaret yolunu kapamak suretiyle kan dökmeden iktisadi yolla anlaşmazlığı önlemek.
Allah, başlangıçta hicreti çözüm yolu olarak önermekle, daha sonra ise, “... Tecavüz etmeyiniz, Allah tecavüz edenleri sevmez.”27 ayetiyle onlara nefsi müdafaada kalmalarını emretmekle onları savaştan uzak tutmuştur. Müşriklerin, Medine’ye saldırı ihtimalinin yanı sıra , gerginliği artıran bir başka sebep daha ortaya çıkmıştı. Peygamberin ayrılmasından sonra da Mekke’de Müslüman olanlar vardı.
İşte Kur’an imanlarından dolayı eziyet gören, müşriklerin acımasız işkence ve zulmüne karşı Allah’ın yardımını dileyen Mekke’deki himayesiz erkek, kadın ve çocuk Müslümanların acı çığlıklarını bize duyurmaktadır.28 Bütün bunlara rağmen Müslümanların harbi çirkin görmeleri29 , ölümden korkmaları30 , silah ve güç yetersizliği31 savaşı onların gözünde anlamsızlaştırıyordu. Bu durumda düşmanla çarpışmaktansa kervanı ele geçirmeyi32 veya Mekke’deki Müslüman kardeşlerine iyi davranmalarını sağlayacak bir kaç misillemede bulunma konusu tartışılmaya başlanmıştı.
İşte ilk savaş bu şartlar içinde patlak vermişti. Mekke’deyken yapılan işkencelere sabretmeleri emredilmişken33 müşriklerin hücumları genelleşerek harp haline dönüşünce34 , on seneyi aşkın bir sabır döneminden sonra, nihayet Müslümanlara savaş izni verilmiş35 , daha sonra da toplu bir şekilde kendilerini savunmaları ve özellikle himayesiz bulunan müminlerin yardımına koşmaları için36 savaş üzerlerine farz kılınmıştı.37 Meseleye objektif olarak bakıldığında Müslümanların bu savunucu ve gayet fedakar tutumlarını kınamak mümkün değildir.38 Aslında Hz. Peygamber, meseleleri barış ve iyilikle çözmeyi tercih ediyordu.
Nitekim Hicretin 6. yılında Mekke’yi ziyaret için giden Müslümanlar, müşrikler tarafından engellenmişti. Müşrikler, onların bu yıl ziyaret edemeyecekleri ve gelecek yıl silahsız ziyaret edebilecekleri şeklinde öne sürdükleri şartlarla antlaşma yapmak istediler ve Hz. Peygamber meseleyi barışçı yoldan çözmek istediği için bunu kabul etti. Hudeybiye Antlaşması gereği geri döndüler.
Müslümanların, gerek dinlerini kabul ettirmek ve gerekse onu kabul etmeyenleri yok etmek için silah kullanma hakkına sahip oldukları ve Kur’an’a göre böyle davranmaya (cihada) mecbur oldukları şeklindeki iddialar da tamamen tutarsızdır. Çünkü İslam kültüründe ve dilde “cihat” kelimesi, her ne kadar savaş anlamına geliyorsa da Kur’anı Kerim’de asıl anlamı “gayret etmek”tir. Bu anlamda silahlı mücadele ile ilgisi yoktur. Mekkî sûrelerde , irşat ve barışçı yolla ikna etmek için gayret sarf etmek, yahut da ferdi mahiyette manevi bir gayret gösterme anlamlarında kullanıldığını görmekteyiz.39 Kur’anı Kerim’de savaş karşılığı olarak, genelde, kıtâl kelimesi kullanılmıştır.
Hz. Peygamberin hayatta iken tehlikeli olduğu için veya başka sebeplerle bazı kimseleri öldürttüğü şeklindeki iddialar onun niçin gönderildiğinin anlaşılamaması ve günümüzdeki bazı devlet başkanları veya örgüt liderleriyle karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Bu iddialardan birisi de Ka’b b. Eşref ’in öldürülmesiyle ilgilidir, ancak onu bütün yönleriyle ele almak böyle bir makalenin sınırlarını aşmaktadır. Bununla birlikte iddiaları hiç görmezlikten gelmek de doğru değildir.
Hz. Peygamber mizacı itibarıyla savaştan hoşlanmayan bir insandı. Savaş hukukunun cari olduğu bir anda düşmanlarına karşı çok hoşgörülü davrandığı için Allah’ın tenkidine maruz kalmıştı. Acaba kendisine ve yakınlarına karşı işlenmek istenen alçakça cinayetlerin faillerini affederken, Ka’b b. Eşref ’i niçin öldürülmüştür? Fikirleri dolayısıyla mı yoksa başka gerekçeler mi var?
Medine’de yaşayan Beni Nadîr Yahudilerinden olan Ka’b b. Eşref Bedir’de Mekkeli müşriklerden ileri gelenlerinin öldürüldüğünü duyunca, “Bunlar Arapların uluları ve efendileridir. muhammed bunları öldürdüyse, yerin altı üstünden hayırlıdır.” demiş ve Yahudileri, Müslümanlar aleyhine kışkırtmaya başlamıştı.42 Halbuki daha önce de görüldüğü gibi Yahudilerle antlaşma yapılmıştı. Buna göre Mekkeli müşriklere karşı birlik olunacaktı. Ka’b b. Eşref bu hareketiyle antlaşmayı çiğnemiş oluyor ve savaş hukukunun geçerli olduğu halde düşman tarafına casusluk yapıyordu. O, Bedir Savaşı’ndan sonra Mekke’ye giderek Kureyş’i, Müslümanlara karşı kışkırtmak için ölenlerin arkasından mersiyeler okumuştur. Medine’ye döndüğünde ise Müslümanların kızlarına ve kadınlarına şiirler yazarak onların ırz ve namusuyla oynamıştır.
Bu günün basını yerinde olan şiiri İslam’a ve Müslümanlara karşı propaganda aracı olarak kullanmıştı. Bu sebeplere, bir de onun kırk adamı ile birlikte Mekke’ye gittiği ve orada Ebu Süfyan’la ittifak yaparak Müslümanlardan intikam almak hususunda Kureyş’i kışkırttığı43 ve Hz. Peygamber’i öldürmek için bir suikast tertip ettiği eklenince onun niçin öldürüldüğü kolayca anlaşılmış olacaktır. Üstelik onun ifadesi alındıktan sonra öldürülmüştür.45 Muhammed b. Mesleme ve dört arkadaşı Hz. Muhammed aleyhtarı görünerek onun böyle bir hazırlık içinde olduğunu kesin olarak öğrendikten sonra öldürmüşlerdir. Onun şahsi fikirleri veya Yahudi olması dolayısıyla öldürüldüğü iddiaları tamamen asılsızdır. Onun öldürülmesinin asıl sebebi, Bedir Harbi’nden sonra henüz müşriklerle bir antlaşma yapılmamış olduğundan savaş hukukunun devam ettiği bir anda Müslümanların aleyhine çalışması, yeni kurulmuş Medine site devletinin başkanına suikast hazırlığı içinde olması Allah’a ve Resulü’ne eza etmesi46 ve daha önce her iki tarafça kabul edilmiş anlaşma şartlarını ihlal etmesi gibi sebeplerle öldürülmüştür.
Onun öldürülmesi üzerine Yahudiler Hz. Peygamber’e gelip sebebini sormuşlardır. O da bu zikredilen sebepleri anlatınca onlar ikna olmuş ve dönüp gitmişlerdi. Bu olay, kaynaklarda bir savaş suçlusu olan “Ka’b b. Eşref ’in öldürülmesi seriyyesi” adıyla anılmıştır. Hz. Peygamber, bu hadisenin dışındaki cinayetlerin faillerini affetmesi, onun nicelerini tuzak kurarak gizlice öldürttüğü tezini çürütmektedir. Mesela Bedir Savaşı’ndan sonra kendisini öldürmeye gelen Kureyş elçisini, Hayber’de kendisini zehirlemek isteyen Yahudi kadınını ve büyük kızı Zeyneb’i hicreti esnasında hamile olmasına rağmen şiddetli bir şekilde iterek çocuğunu düşürmesine sebep olan bir başkasını hep affetmiştir. Hatta masum zevcesine iftirada bulunanları49, yıllarca düşmanca tavırlar sergileyen Mekke liderlerini, Mekke’nin fethi sırasında affettiği bilinmektedir.
Hz. Muhammed’in diğer din mensuplarına ne kadar saygılı davrandığına pek çok kaynak tanıklık etmektedir. O, insani ilişkilerde bir Müslümanla bir Hristiyan ya da Yahudi arasında asla fark gözetmemiştir. Bu konuda bazı örnekler vermek yerinde olacaktır. Mesela, bir gün bir grup sahabeyle otururken, bir cenazenin götürüldüğünü görünce ayağa kalktı. Bunun üzerine yanındakiler, “ Ey Allah’ın Resulü bu bir Yahudi cenazesidir” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bütün insanlara örnek olacak şu tarihi sözü söyledi: “O insan değil mi?”
O sadece Yahudilere değil aynı saygıyı diğer din mensuplarına da göstermiştir. Onun Hristiyanlara karşı muamelesiyle ilgili olarak bir olayı zikretmeden geçemeyeceğiz. Yemen’de yaşayan Necran Hristiyanlarından bir heyet Hz. Peygamber’le görüşmek için gelmişti. O, bu Hristiyan heyeti mescitte karşıladı ve onların orada ibadet etmelerine izin verdi. Bunun üzerine, doğuya yönelerek ibadet ettiler.51 Bu iki olay Hz. Peygamber’in insanları dinleri veya inançlarından dolayı hakir görmediğini ve inanç özgürlüğüne çok büyük önem verdiğini açıkca ortaya koymaktadır. Böyle bir insan, kendi dinine inanmadı diye ya da başka bir dine inanıyor diye bir başkasını veya bir kabileyi topluca nasıl öldürebilir?
“Savaş taktiktir, stratejidir.” şeklindeki anlamlı bir gerçeği ifade eden Hz. Peygamber’i bu sözünden dolayı, onun savaş dehasının takdir edilmesi gerekirken, onu hileci, ilan etmek de akıllı bir insanın yapacağı bir şey değildir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de savaş hünerini ve taktiğini bilmeyen bir ordu yenilmeye mahkumdur. Aslında savaşta uygulanacak taktikler, daha az insanın ölümüne sebebiyet vermek ve bir an önce savaşı bitirmek durumuna yöneliktir.
Böyle bir ilkeyi koymakla İslam’ın maksadı, daha çok kan dökmek değil daha az kan dökmektir. Bunun savaş hali dışındaki hile ve aldatma ile alakası yoktur. Kaldı ki Hz. Peygamber hayatında kimseyi aldatmadığı, kimseye tuzak kurmadığı gibi bütün Müslümanları da bu gibi çirkin hareketlerden sakındırmıştır. Bundan dolayı müşrikler ve inananlar tarafından kendisine güvenilir Muhammed (Muhammed elEmîn) lakabı verildi ve bu vasfından dolayı inanan inanmayan kimseler, değerli eşyaları ona emanet ediyorlardı.
Hz. Peygamberin 23 yıllık peygamberlik döneminde yap tığı savaşlar, bu savaşlarda her iki taraftan öldürülenlerin sayısı ve esir alınanlara yapılan muamele tarihi kaynaklardan incelendiğinde, onun barış ve merhamet peygamberi olduğu herkes tarafından kabul edilecektir. Kureyza olayı hariç bırakılacak olursa Hz. Peygamber’in emir ve komutasında toplam 27 gazve yapılmış ve bunlardan sadece dokuzunda çarpışma meydana gelmiştir.
Küçük çaplı, toplam 3560 civarında seriyyeler düzenlenmiştir. Çarpışma meydana gelen gazve ve savaşlarda onun harcadığı zaman, yollar dahil, peygamberlik döneminin yaklaşık %2’sini oluşturmaktadır. Bu savaşlarda, yaklaşık olarak kafirlerden toplam 216 kişi ölmüş; Müslümanlardan 138 kişi şehit düşmüştür.
Hz. Muhammed’in emir ve komutasında yapılan savaşlar, dünya tarihinde en az kayıp verilen ve tarihin gidişatını olumlu yönde etkileyen savaşlardır. O, hiçbir zaman mesajını zor kullanarak, silahla yaymak iddiasında olmamıştır. Çünkü O, insanları doğru yola en güzel bir şekilde ve hikmetle çağırmakla görevlendirilmiş, bunun için kılıç ve savaşa başvurması istenmemişti. Ama tarihi gerçeklerden habersiz bazı kimseler, maalesef onu hâlâ iktidar, hırs ve intikam peşinde koşan elinde kılıcı önüne çıkanı öldüren birisi olarak takdim etmeye devam etmektedir.
Hz. Muhammed, savaş sırasında esir alınanlara karşı son derece iyi davranarak onlara insanca muamele edilmesi için mücadele vermiştir. Halbuki bu dönemde Sasani İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Habeşistan Krallığı savaşlarda esir alınan binlerce insanın insanca yaşama özgürlüklerini ellerinden almışlar ve köle ticaretini teşvik etmişlerdir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in diğer savaş esirlerine olduğu gibi Bedir esirlerine de iyi davranılmasını emretmesi üzerine sahabe yiyeceklerini onlarla paylaşmışlar, yaralılar ve yürüyemez durumda halsiz olanları develere bindirerek kendileri yaya yürümüşlerdir. Müslümanlar esir aldıkları insanı köleleştirmek yerine onları kendilerine öğretmen yaparak öğretecekleri ilim karşılığında serbest bırakmayı tercih etmişlerdir.
Bedir Savaşı esirleri, bu şartlarla serbest bırakılmışlardır. Müslüman ve Müslüman olmayan pek çok tarihçi, insanlık tarihinde köleliğin kaldırılması ve insanların özgürleştirilmesi için ilk ve ciddi adımların Hz. Muhammed tarafından atıldığını ve köle azat etmeyi bir ibadet olarak telakki eden dinin İslam dini olduğunu ve de kölelerin devlet kuracak kadar önemli mevkilere sadece İslam medeniyetinde yükseldiklerini itiraf etmektedirler. Hollandalı Dozy bu konuda şunları söylemektedir: “ İslam dini köle azadı konusunda Hristiyanlığa nispetle daha toleranslıydı. Hz. Muhammed, Allah’ın rızasını kazanmak için kölelerin serbest bırakılmalarını tavsiye etmişti. Böylece köle azadı, Müslümanlar arasında bir takva göstergesi haline geldi. Bundan dolayı Araplar arasında kölelik uzun süreli olmadığı gibi, kölelik şartları da ağır değildi.”
Günümüzde dahi bir işçiyle patron aynı masada yemek yiyemez ve aynı elbiseleri giyemezken Hz. Peygamber, kölelerle aynı sofrada yemek yemeyi ve giydiklerinden onlara da giydirmeyi emrediyordu. Hatta evinde köle olarak bulunan kimseler özgür bırakıldıklarında babalarının yanına gitmeği değil peygamberin yanında yaşamayı tercih ediyorlardı. Hz. Muhammed’in bu ıslahatçı ve özgürlükçü kişiliği hem Müslümanlar55 hem de Müslüman olmayanlar tarafından takdir edilmiştir. Bunlardan birisi de meşhur Tolstoy’dur: “Peygamber Hz. Muhammed, büyük bir ıslahatçıdır. İnsanlığa çok büyük hizmette bulunmuştur. Bir ümmeti hak nuruna kavuşturdu. Ona bu şeref olarak yeter. Onları kan dökmeden kurtardı, barışa eriştirdi. Onlara yükselme yollarını açtı. Onun gibi büyük bir zat her türlü sevgiye layıktır.”
Müslümanların tarihinde bu ıslahatçı ve özgürlükçü ruhtan zaman zaman sapmalar olmuşsa da genel olarak onu korumaya çalışanlar daima var olmuştur. Bugün İslam’ın ilk ortaya çıktığı bölgelerde ve buna yakın yerlerde tarihte var olan bütün milletler, dinler ve kültürlerin hala yaşamaya devam etmesi bunun en önemli belgelerinden birisidir. Diğer dinler ve milletler, girdikleri bölgelerde, hâlâ kendi dillerini, kültürlerini ve dinlerini yaymaya çalışmaktadırlar ve sömürmek için sulha başvurmaktadırlar. Bunun için bütün imkanlarını ve güçlerini seferber etmektedirler. Halbuki İslam, adalet ve özgürlüğün temini için güç kullanmayı ilke olarak benimsemiştir. Bu sebeple yapılan cephaneler ve baruthanelerin kitabesine, bunların beldeleri harap etmek için değil, ülkeleri imar etmek (İmâru’lBilâd), insanları huzur ve barış içinde yaşatmak için (Teîihu’nNâs) inşa edildiğini ve ancak bu amaca hizmet için kullanılacağını yazmışlardır.
İslam’ın ve onun peygamberinin barışa ve özgürlüğe önem vermeleri ve insani değerler olarak onları yüceltmeleri sebebiyle, Hz. Peygamber’in kurduğu devletin ve medeniyetin topraklarına Barış Yurdu (Dâru’lİslâm/Selâm) veya Emniyet Yurdu (Dâru’lİmân), onun merkezine ise Medine, yani medeniyet yurdu denilmiştir. Medine veya diğer İslam beldelerini yönetenler de daima huzur ve barışın koruyucuları anlamında Şehr Emini unvanıyla çağrılmıştır. Ayrıca Müslümanların idealindeki bu devlet, kendi filozofları tarafından Medînetu’lFâdıla, Siyâsetu’lMedeniyye veya başka adlarla felsefi romanlarına konu edinmişlerdir.
Müslümanların tarihinde barış ve özgürlük ilkesinden sapmalar
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, İslam dünyasında barış, özgürlük ve merhamet ilkelerine genel olarak bağlı kalınmaya çalışılmış ve diğer dinlerin sonraki tarihinde görülmeyen başarılar elde edilmiştir. Ancak peygamber dönemiyle kıyaslandığında önemli ölçüde sapmaların olduğu gözden kaçmamaktadır. Peygambersiz bir hayata intibakta güçlükler yaşayan Müslümanlar, henüz 3040 yıl geçmeden tekrar eski kabilecilik duygularıyla hareket ederek iktidarı ele geçirmek uğruna birbirleriyle savaşmışlardır. Bu iç karışıklıklar ve sosyal bunalımlarda pek çok insan hayatını kaybetmiş ve bugün dahi tedavisi mümkün olmayan yaralar açmıştır.En korkunç olanı, bazı insanların “Allah tarafından dînî seçilmişlik” psikolojisine kapılarak önlerine geleni öldürmeleri ve bunun adını da “Allah yolunda savaş” koymalarıdır. Bu anlayışla ortaya çıkanların başında Hâricîler gelmektedir. Aşırı derecede dindar olan bu kimseler, kendileri gibi düşünmeyenleri ve günah işleyenleri tekfir ederek birçok masum insanı acımasız bir şekilde öldürmüşlerdir. Onlar, genel olarak bedevi hayattan yerleşik hayata geçmekte sıkıntılar yaşayan kimselerden oluşmaktaydı.
Daha önce kapalı bir toplum hayatı yaşayan bu kimseler, İslam’la birlikte büyük bir sosyal değişmeyle karşı karşıya kaldılar. Medeni hayata intibakta oldukça zorlandılar. Bedevî hayatın verdiği sert tabiatlılık ve sistematik düşünce eksikliği, onları olayları kaba kuvvet ve şiddet yoluyla çözmeye sevk etmiştir.56 Çünkü böyle bir hayatta farklı görüşlere müsamaha yoktu ve karizmatik toplum anlayışı hakimdi. Asabiyet duygusuyla dini seçilmişlik inancı birleştiğinde tüyleri ürperten vahşice katliamların meydana gelmesi kaçınılmazdır.
Bu sebeple Hâricîler, saygın sahabilerden Abdullah b. Habbâb b. Eret’i, hanımını ve karnındaki çocuğu, sırf kendi fikirlerini benimsemedikleri gerekçesiyle feci bir şekilde öldürmüşlerdir.57 Daha sonra onlar bu tür eylemlerini Emevi iktidarına yöneltmişler, ancak şiddet karşı şiddetle neticelenmiştir. Şiddetle beslenen fikirler, gruplar ve devletler, varlıklarını uzun süre devam ettiremediği için, bu anlayış da tarihin derinliklerinde kaybolmak zorunda kalmıştır.
Emevilerle, Haşimiler arasındaki iktidar mücadelesinde de pek çok kimseye baskı ve işkenceler yapılmış, suikastlar düzenlenmiş, yapılan ihtilal ve ayaklanmalarda pek çok insan acımasız bir şekilde öldürülmüştür. Müslümanların tarihinde meydana gelen bu ve bunun dışındaki İslam’ın ruhuna aykırı olaylarla ilgili ciltler dolusu kitaplar kaleme alınmıştır. Bunlardan bazıları, Kitâbu’lMihen, Mekâtilu’tTâlibiyyîn ve Esmâu’lMuğtâlîn adlarıyla meşhurdur.
Hicri I. asrın sonlarında ortaya çıkan ve görüşlerini şiddete başvurarak benimsetmek isteyen gruplardan birisi de Mansuriyye’dir. Aşırı Şiî fikirleri benimseyen bu fırka mensupları, liderlerinden aldıkları emirle mehdinin olmadığı dönemlerde kılıçla savaşmanın yasak olduğu gerekçesiyle kendi fikirlerini benimsemeyen insanları ip veya sicimlerle boğmak ya da kafalarını ezmek suretiyle öldürüyorlardı.
Bunu da gizli cihat olarak telakki ediyorlardı. Bu sebeple, cahil ve bedevî asıllı bu kimselere adam boğucular (Hannâkûn) adı verilmişti.59 İple boğdukları takdirde kendilerinin katil olmadıklarına inanıyorlardı. Bunlarda tıpkı hariciler gibi, medeni hayata intibak etmemiş, İslam’ı doğru anlayabilecek bilgi birikimi ve sistematik düşünceden yoksun olan kimselerdi. Amaçlarına ulaşabilmek için her türlü yolu meşru görüyorlardı.
Bu anlayışın tarihin her döneminde, tezahürleri farklı da olsa, varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Nitekim VI./XIII. asırda aşırı Şii gruplardan Nizari İsmaililere mensup Hasan Sabbah ve adamlarının yaptıkları, öncekilerden hiçbir farkı yoktu ve belki daha da acımasızdı. Kurmuş olduğu fedai teşkilatıyla, pek çok günahsız insanı ve Müslüman alimi acımasızca öldürtmüştür. Bu cinayet şebekesi, Selçukluları uzun yıllar meşgul etmiş ve güçlükle ortadan kaldırılmıştı. Onlar da, “dini seçilmişlik” psikolojisiyle hareket etmekteydiler ve gerçeğin kendisine bağlanmakla elde edilebileceğine inandıkları masum bir imamın iktidara getirilmesi veya iktidarının kabul ettirilmesi adına bu cinayetleri işlemekteydiler.
Günümüzde de, İslam dünyasının çeşitli yerlerinde geçmişte olduğu gibi şiddet yönü ağır basan, İslam’ı siyasi amaçlarına ulaşmakta bir kılıf olarak kullanan, kabile hayatı yaşayan ve medeni hayata intibakta güçlük çeken bazı marjinal gruplar bulunmaktadır. Bunlar, kriz dönemlerinde ortaya çıkan ve dini seçilmişlik psikolojisiyle hareket eden kurtarıcı rolüne bürünmüş kimselerdir. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de, bunlar bütün Müslümanları ve İslam’ı temsil etmemektedirler. Yalnız bu, sadece İslam’ın değil, tüm dinlerin tarihinde yaşanan evrensel bir olgudur. Cehaletin, dini taassubun ve asabiyetin öne çıktığı toplumlarda, tezahürleri daha korkunç olmaktadır. Her ne şekilde ve her ne sebeple yapılırsa yapılsın, şiddet İslam’ın ruhuna aykırıdır ve hiçbir şekilde tasvip edilemez. Çünkü İslam’ın barışçı, özgürlükçü ve merhamet anlayışını ortadan kaldırmaktadır.
İslam, barışı, adaleti ve özgürlüğü esas alan bir dindir. Peygamberinin güvenilirliği, inanan inanmayan herkes tarafından doğrulanmıştır. Bu dine inanan kimseler, elinden ve dilinden hiçbir şekilde zarar gelmeyen Müslüman; kendisiyle barışık ve başkalarına da güven telkin eden mümin olarak bilinirler. Ona inananların yaşadığı yurt, emniyet ve barış ülkesidir. Sözü edilen dinin medeniyeti ise, barış, merhamet ve ilim medeniyetidir. İslam’ın yirmi üç yıllık tarihinde Hz. Peygamber ve Müslümanlar, bu ilkeleri korumaya ve insani değerler olarak kurumlaştırmaya çalışmıştır. Onların bu tavrı, haksızlıklar karşısında, insan haklarının, din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edildiği durumlarda sessiz ve pasif kaldıkları şeklinde yorumlanamaz. Bu durumlarda, daima haksızlığın karşısında olmuşlar, hak ve adaleti hakim kılmak için bir Müslüman ve bir insan olarak ne gerekiyorsa onu yaptıkları tarihi belgelerle sabittir.
Daha sonraki dönemlerde de, bazı aşırı gruplar ortaya çıkmışsa da, Müslümanlar hiçbir zaman topyekun şiddet taraftarı olmamış, fethettikleri yerlerde, insanların dinlerini, dillerini ve kültürlerini zorla değiştirme yoluna gitmemişler ve farklı dinin mensupları olduğu için asla Hristiyan veya Yahudi soykırımı yapmamışlardır. Bugün bütün dinlerde olduğu gibi, Müslümanlar arasında da şiddet taraftarları vardır. Ancak bu olgunun sosyal, psikolojik, ekonomik, siyasi sebepleri iyice tahlil edildiğinde, Müslümanlar arasındaki bu şiddetin kaynağının Kur’an ve İslam olmadığı, ancak yapılanları meşrulaştırmakta onları kılıf olarak kullanıldıkları görülecektir.
Bu sebeple, bazı aşırı grupların yaptıkları şiddet ve terör eylemlerini delil göstererek İslam’la şiddet arasında bağ kurmak ya da bütün Müslümanları şiddet taraftarı göstermek son derece yanlıştır. Artık Müslümanların da, bilgi çağında yaşadıklarını, en etkili gücün bilgi olduğunu, kahramanların savaş meydanlarından değil, bilim kurumlarından, laboratuvarlardan ve diplomasi kulislerinden çıktığını anlamalı ve bu sahalarda kahramanlar çıkarmak için bütün güçlerini seferber etmelidirler. XXI. yüzyılın insanı, barış, özgürlük, adalet ve merhameti esas alan şeffaf bir dünya görüşüne daha fazla muhtaçtır. Bu ihtiyacı karşılayabilecek potansiyele sahip dinlerden en şanslısı İslam’dır.